Dönersen Islık Çal Film Analizi

Bir Film Bir Müzik

Dönersen ıslık çalarsın

Yol uzun, su karanlık 

Otur bir çardak altına 

Bırak biraz yağmur yağsın 

 

ERGİN GÜNÇE

 

Türk filmi deyince aklıma Gülen Gözler, Neşeli Günler, Hababam Sınıfı, Bizim Aile, Selvi Boylum Al Yazmalım falan gelirdi. Gelirdi diyorum, çünkü artık öyle düşünmüyorum. Türk sinemasının klasik aile ve aşk filmlerinden mütevellit olmadığını, Dönersen Islık Çal vb. izledikten sonra okkalı bir vay be!… çekip bugüne kadar bu filmlerden haberimin olmamasında payım olan at gözlüklerime bir tekme daha savuruyorum. 

Dönersen Islık Çal, 1992 yapımı bir Türk filmi. Filmin yönetmenliğini Orhan OĞUZ yapmış, senaryosunu da Nuray OĞUZ ve Cemal ŞAN yazmış. Sinemaya yenilik getirmiş, özgün bir dili olan, karakterleriyle döneminde çekilen yapımların arasından sıyrılmış kült bir film. Filmin başrollerinde Fikret KUŞKAN ve Mevlüt DEMİRYAY oynuyor. Derya ALABORA, Menderes SAMANCILAR canlandırdıkları karakterlerle DEMİRKUBUZ filmlerinden birini izliyormuşuz havası veriyor. 

Film, Taksim-İstiklalin arka sokaklarında, Beyoğlu’nun “ötekilerinin” yaşamlarının anlatıldığı, varoluşsal gerçeklerin ekrandan insanın yüzüne çarpıldığı repliklere sahip. Filmin tamamında melankolik bir hava hakim. Bu havanın nedeni; ışık ve gece teması etkisinden olsa da filmin ilk sahnesinde yaşanan tecavüzün, insanın üzerindeki etkisini filmin sonuna kadar yitirmemesi de olabilir. Filmdeki karakterlere isim verilmemesi ayrıca dikkat çeken bir unsur…

Ekşi sözlük yazarlarına göre; “İsim önemli ve özel şeylere verilir. Değersiz görülen şeylere ise isim layık görülmez. Bazı insanlar genleri yüzünden toplumun muhtelif gruplarında yer alamazlar. Bu onların dışlanmışlığının somut bir kanıtıdır.” Film, tek bir hikayede ilerlemekten çok dışlanma ve yalnızlık olgusunu yaşamlarında barındıran hikayelere de yer vermiş. Yaşı epeyce ileride olan Madam Lenanın yaşamı mesela… Filmin bir bölümünde yalnızlığın farklı bir boyutunu yaşayan Madam Lena’nın cüceyi kucağına alıp şiir okur, aralarında bir diyalog geçer. Madam Lena hizmetçisinin mücevher kutusunu açıp bir mücevherini aldığını görür, “onu yerine koyunuz ve gidiniz kızım” dedikten sonra cüce adama anlatır: 

– “Şaşırdınız… Bu onla benim aramda bir yalnızlık oyunu. Mücevherlerimi açıkta bırakırım. O çalmaya çalışır, ben görürüm. Bazen izin veririm götürmesine.”

 – “Ama madam Lena, bu resmen hırsızlık.”

– “Hırsızlık?.. Bu sadece bir oyun. Bir yalnızlık, bir ölüm oyunu. Kapının altında o güzel ışığın sürmesi için, canlı durması için bir oyun.” 

****

Toplumdan dışlanmış karakterlerin birbirlerinden başka kimsesinin olmadığı, güneşe doğru yürümeye çalışan ancak başaramayan iki hayatın trajik yanlarının, usta oyunculuklarla birleştiği bir film. 

Bir cücenin yaşamındaki tüm zorlukları görebileceğiniz, insanın sadece optimum koşullarda ”insan” olduğu argümanının görsel ispatı sanki. Yaşamını manipülasyonlarla geçiren canlılar olarak; sadece kendimize denk veya bizden güçlülere karşı medeniyiz ne de olsa değil mi?… 

Filmdeki iki karakter her ne kadar birbirine zıt gibi görünseler de inceden bir dışlanmışlıklarından gelen korkuları ve hayatla baş etme yöntemleri de güzel işlenmiş.Bu açıdan cücenin sınır ve rutinlerle dolu dünyası yalnızlığı ve kabullenişi gösteren ufak detaylar var. “Travestiyle” birbirlenin uyumsuz bir uyumlanma ile yaşamlarında yer edindikleri bu dostluk, son sahnede açlıktan ağlayan köpek yavruları, insanın cüce yanlarına bir kez daha ayna tutmuş. 

Boy uzatma vadiyle gittiği, saf insanların kandırılıp dolandırıldığı acente sahnesinde “top oyna boyun uzar” tavsiyesinin diğer cücelere de verildiğini anlayan cücenin, karşısındaki diğer cüce tarafından “ben senden daha uzunum” diyerek dışlanması, varoluşuyla tekrar yalnız kalmasına ve hayatını kurtaran düdüğünü atmasına neden olur. Bu hareket onunla top gibi oynayan ve döven insanlara davetiye çıkarır. Burada aklıma var oluşçu psikologların hayatı ve içindeki her şeyi tanımlamaları geldi.. 

Evet yaşamı açıklamaya çalışan Varoluşçuluk kuramı diyordu ki; İnsan sadece onurlu bir şekilde ıstırap çekerse hayatın bir anlamı olur. Ancak cesursa ıstırap çekebilenler, hayatın derinliliğine, yoğunluğuna vakıf olabilir. Kişisel sorumluluğun olduğu yerde o sorumluluğun yerine getirilememesinden doğan bir suçluluk vardır. Varoluşsal suç, insan dünyaya meşru bir cevap üretemediğinde ortaya çıkar.(Buber, 1974)  


Haz alabilme yetisinin, yaşanan deneyim karşısındaki engellerin büyüklüğüyle orantılı olduğu, bu sebeple varoluşsal olarak en büyük engel olan ölümün, kişinin onu kabulüyle daha büyük yaşamsal hazlar verdiğini belirtilir. 

Bu hazzı cücenin son sahnede ölümü kabullenişi ve tedaviyi istemeyip, terasta İstiklal caddesine tepeden bakarak insanların cüceliklerini yüzlerini vuran vedasında görürüz. Travesti de onun bu hazzını kabul eder ve istediğine boyun eğer. 

Yaşamı boyunca kişi birçok iniş çıkış ve ilişki yaşar.Bu ilişkilerde kişi, kendini bütün ve biricik ilan eder. Biricikleşme, kendini ötekinden ayırarak, ötekinde gördüğü eksiklikleri ve sınırlamaları kendisinde yok olarak farz etme, kişinin zihni bir illüzyona kendini kaptırarak yaşamasından başka bir şey değildir. 

Örneğin güvenlik hissi tehlikede olan kişi, yeni olaya adapte olmakla ilgili şüpheler duyduğunda, derinde yatan özgüven eksikliğini gidermek için yine mükemmelliğini ilan eder. 

Kendisini sınırlamalardan ve eksikliklerden yoksun sanarak, ne karşısına çıkan bu yenilenme, değişme ihtimaline değer verir ne de kendisindeki eksikliği hatırlatan ötekine. Peşinde koştuğu ancak bir türlü bulamadığı mutlak “güven” hissidir.Bu hissi sağlamak için, kendi “mutlak kesinliği” ile yine kendisini “mutlak mükemmel” olarak ilan eder. Bu kesinlikten o kadar emindir ki başkasını rahatlıkla küçümseyip, olanca kibriyle öylece yoluna devam edebilir. 

Bunun apaçık nedeni, muhtemelen mutlak mükemmelliği oturtabileceği bir “öteki” yahut bir “değerler bütünü” ya da “anlamlandırma” yapısı olmamasıdır. Yani denetleyici sistemi çeşitli nedenlerle (ağır travmalar vb.) ilk yapılandığı zamanlarda hiç kurulamamıştır.Mutlak mükemmellik, kendi biricikliğini ilan eden kişi için büyük bir kalkandır zira…Bu kalkanın arkasına gizlenip yapabileceği her şeyi (cinayet, tecavüz, şiddet, gasp vb) mutlak haklılıkla yapar. 

İşte, yaşamdaki tüm manipülasyonlar, ben mükemmelim, biriciğim pozları bu cüceliklerimizi kapatma çabasındandır. 

***** 

(Filmden) Anam anlatırdı, insan ölünce başka donlarda yeryüzüne inermiş tekrar, at olurmuş, kuş olurmuş, ağaç olurmuş…

-Ya da ak bulut…

 -Eğer birgün tekrar dönersem beni, küçük dostunu nasıl tanırsın, tanıyabilir misin? 

-Tanırım tabi, insan dostunu kokusundan, bakışından, sümkürmesinden tanır, hem sen dönersen ıslık çalarsın, o zaman tanırım seni…çünkü dostlar her zaman birbirini tanır. 

***** 

Bu sözlerle biten filmin ardından 2017 de Mustafa ÖZKAN -Manuş Baba- Dönersen Islık Çal albümüyle adeta tekrardan cücenin kırılmış ruhunu onarmak için yeryüzüne müzik olarak geldi. 

Albüm günümüzdeki zevksiz pop müziklere alternatif olarak, gençler için kendi öz değerleriyle duyguları bütünleşmiş ve kabullenmiş alternatif bir müzik anlayışıyla varoluş kavgasına ıslık çalıyordu.. 

Gençler Manuş Baba’yı farklı müzik türlerini çeşitli enstrümanlarla sentezleyip, kendi yorumuyla türküleri güncellemiş bir halk ozanı olarak yorumluyor. 

 

DÖNERSEN ISLIK ÇAL 

Hiç bekleme, dönemem, dönemem belki de 

Hasretin bir ince güz yarası beni neden sevmedin 

Olmuyor, ne yapsam olmuyor, bu kaçıncı ayrılık akşamı 

Duvarda asılı resminle bir benden, bir sen geçiyor, 

Kaç mevsim, kaç mektup yaktım da bilmedin 

Hasretinden ölmedim, geçecek bütün bunlar geçecek İnanma yalan hepsi sevgilim 

N’olur bir şey sorma, döneceğim, döneceğim sana 

Takvim sorup n’olur karalar, karalar bağlama 

Mustafa ÖZKAN 

                                                                                                                                                                                               MEVLİYE YAVUZ(2017)